30 Haziran 2021 Çarşamba

TÜRK TARİH TEZİ

 

GÖÇLERDEN EVVEL VE SONRA ANA TÜRK YURDU

   Orta Asya’da tabiiyat alimlerinin mevcudiyetini söyledikleri büyük içdenizin ve ona akan ırmakların, çayların etrafında kurulmuş medeniyetin, yeryüzünün diğer parçalarına asırlar ve asırlarca nasıl taşınmış ve yayılmış olduğunu söyledik. Bütün bu müddet zarfında Ana Türk Yurdunda neler olup bitti?

   İklim değişikliğinin getirdiği kuraklık ve onun zarurî kıldığı bütün bu göçler şüphesiz ana medeniyetin zararına oldu. Sarı Irmak, İndüs, Ganj, Fırat, Dicle, Kızılırmak, büyük ve küçük Medreseler, Nil ve saire gibi en feyizli sular kıyılarına; ve Akdeniz havzaları gibi Cennetten ayrılmış sanılacak kadar güzel kara parçalarına intikal eden bu medeniyet, seçerek yerleştiği bu sahalarda, tabiî tekâmülünü takip ederek yükselirken, Orta Asya’nın bütün bu ayrılıkların sarsıntılarından müteessir olmaması elbette mümkün değildi. İnsan kabiliyetinin medeniyet dediğimiz hasılasını yaratan ilim ve san'at daha ziyade zengin vadileri, muhitile temas ve muvasale kolaylıklarına mazhar sahaları sever. Yeni doğan zengin bir medeniyet merkezi, meselâ Orta Asya’da olduğu gibi iklimî; ve ya diğer bir çok sahalarda görüldüğü üzre bir payitahtın yıkılması, bir devletin yıkılması gibi siyasî; yeni bir dinin müsamahasızlığı gibi içtimaî saiklerin tazyiki ile yerini değiştirebilir. Akdeniz medeniyeti devrinde havzanın muhtelif sahalarında yetişen âlimlerin, san'atkârların, filozofların, şairlerin her köşeden kâh Sart, kâh Atina, kâh İskenderiye şehirlerine toplanarak muhitin kendilerini çeken müsait şeraiti içinde, karargâh edindikleri yeni merkezin •medenî tealisine müessir oldukları malûmdur. Türk tarihinin yakın devrelerinde bunu teyit edecek misaller pek çoktur. Kubilay yeni kurduğu Hanbalık (bugünkü Pekin) şehrinin süratle medenî inkişafa ermesi, Çin’de en mümtaz bir ilim ve fikir merkezi haline gelebilmesi için bütün Uygur âlimlerini, mütefenninlerîni, riyaziyecilerini Çin’de toplamak istedi. Ve bir çoklarını getirtti. İlmin Hanbahk sarayında kazandığı itibar, Uygur âlimlerinin oraya taşınmasında şüphesiz amil, ve buda elbette asıl Uygur vatanının ilmî zararına oldu. Türk medeniyeti Kâşgar, Semerkant, Taşkent, Buhara, Konya, İstanbul gibi şehirler arasında en yakın asırlara gelinceye kadar merkez değiştirmekte devam etmedi mi? İslâm ilim ve san'atı siyasî fırtınalar önünde asırlarca Şam’dan Bağdada , Bağdattan Kurtubayâ taşınıp durmadı mı?

  İşte böylece Ana Türk Yurdu medeniyeti de tarihin ilk zamanlarından beri en mühimi artıcı kuraklık olduğu görülen sebebi yer altında yerini değiştirmiştir. Bundan asıl yurtta o zamanlardan  beri artık hiç bir medeniyet yaşamamış olduğu neticesini çıkarmağa kalkışmak bittabi doğru olmaz. Ana Türk Elinin içinde yapılan Arkeolojik taharirler en kadîm medeniyetin orada aranması lâzım geleceğini kâfi derecede ispat etmiştir. Hazar şarkında Aşkabat yakınlarında Anav hafriyatının reisi Pumpelly bu medeniyete içinde bulunduğumuz zamandan 11,000 yıl evvele giden bir kıdem takdir etmiştir. Araştırılan diğer bütün kadîm medeniyetlerden hiç birine hiç bir âlim tarafından bu kadar uzun bir kıdem verilmiş değildir. Pumpelly hafriyat için intihab ettiği sahada isabet gösteremiyerek gayet küçük ve ehemmiyetsiz bir kasabayı örten toprakları kazmıştır. Tarih ve Arkeolojide en iptidaî bilgisi olanlarca malûmdur ki toprağın, ağaçları boğan haris sarmaşıklar gibi kendi içinde gömdüğü ve asırlar zarfında izlerini belirsiz hale getirerek unutturduğu kadîm şehirlerden hepsinin değilse bile bir kısmının yerini isabetle tayin ederek bulmak müşküldür. Bununla beraber, kumlarının altı ana medeniyetin yek pare bir metfeni olan Türküstan, ilmin bu isabeti eksik araştırma teşebbüsünü mükâfatsız bırakmamış, Pumpelly’nin eline en kıymetli vesikalar vermiştir. Amerikalı âlim bu vesikaları ilmin bitaraf gözüyle tetkik ettikten sonra Ana Türk - Yurdunun bu kısmında Neolitik medeniyetin milâttan evvel IX uncu, hayvanları ehlileştirmenin VIII inci binde, maden san'atlarının VI inci binde, yani şimdiye kadar madencilikte en kademli tutulan Sustan 1000 yıl evvel başladığını ifade ve ilân etmiştir. 

   Türklerin Ana Yurdu, Morgan’ında söylediği gibi şimdiye kadar pek az araştırılmış sahalardan biridir. Medeniyet menşeinin, tarihçileri yormakta ve yanıltmakta olan meçhullerini açacak anahtar oradadır. İlmin kazması orada işlemeğe başladığı, bulunan vesikalar samimî ve bitaraf ilim duygusile tetkik ve tahlil olunduğu zaman insanlığın tekâmül tarihi gür ışıklarla aydınlanacak ve yazılı bulunduğu hakikî kitabın içinde okunmuş olacaktır. Bu kitap haritaların Türküstan dediği Orta Asya yaylâsıdır. O sahanın üst üste yığılmı şen kadîm medeniyetlerle kaplı olduğuna, orada atalardan gelen menkulât ile dağ çobanları bile vakıftır.

 

  Milâttan evvel 9,000 yıla varan kadîm Türk medeniyetinin bir zaman sonra söndüğünü ve büsbütün tarihe gömüldüğünü tasavvur ve iddia etmek hatadır. Bu medeniyet bir taraftan Çin, Hint, Mezopotamya ve saire gibi yeni intikal mıntıkalarında inkişaf ederken diğer taraftan da asıl kendi sahasında devam ve inkişaf eylemiştir. İklimin müsaadesizleşmesi, hayat şartlarının büyük mikyasta daralması onun ancak hızını durdurmuş ve sahalarını tahdit etmiştir.

  Türklerin yalnız harp ile, başkalarının memleketlerini ele geçirmek gaye ve gayretile yaşayarak medeniyete hadîm olmadıkları yolundaki garazkâr iddia ve iftiraların artık mevsimi geçmiştir. Asırdide hristiyanlık davalarının doğurduğu bu iptidaî telâkki ve telkinlerle beşeriyetin bir kısmında diğeri ne karşı kin ve husumet hisleri aşılamanın ne kadar gayri insanî ve gayri medenî olduğunun anlaşılması zamanları gelmiştir. Türkleri, yalnız her milletin tarihinde görülmüş nevinden bazı şedit hareketlerde tanıtmaya çalışmayı asırlarla şiar edinmiş olanların, bu hareketlerinde ne kadar haksız ve insafsız olduklarını görmeleri için bütün maziyi bir tarafa bırakarak, sadece sonu umumî harbi ve bunun muhtelif safhaları içinde yalnız Alman ve Fransız milletlerinin çarpışma şekillerini hatırlatmak yetmez mi?

Türkler aleyhinde menşei hristiyanlık taassubu olan ve asırlarca yürütülen garazkâr telkinlerin daima saf ve bitaraf kalması lâzım gelen ilmin ruhu içine de sokulmuş olması teessüfe değer hallerdendir. Tarih vadisinde bu ruhî haletin en bariz tezahürü Mezopotamya’daki ilk Sumer, Elam medeniyetleri keşfiyatını takip eden yıllarda görülmüştür. O zaman vesikaların beliğ şehadetini dinleyen hakikî âlimler bu medeniyetler menşeinin Türküstan olduğunu ifadeyi ilmin şeref borcu bilmişlerdi. Fakat asırların nasırladığı garaz, ilmin saffetle ortaya koyduğu hakikate hücum da gecikmedi. Türklerin en kadîm ve en yüksek mediniyet üyelerin banisi olmuş bulunmalarını kabul etmek hıristiyanlık ve avrupalılık için en hafif tabir ile, bir izzetinefis meselesi telâkki olundu. O zaman ki âlimlerin mümtazlarından sayılan ve makul ve hakşinas davranması lâzım gelen Renan, muharririnin hissiyatını gizleyemiyen şu cümlelerle yeni hakikatin kendi üzerinde yaptığı tesiri pek güzel anlatmıştır:

  "Topraklar altından çıkarılan bu kadîm ve yüksek Babil medeniyetini Türkler, Finuvalar, Macarlar gibi şimdiye kadar tahripten başka marifet göstermemiş ve kendilerine has hiç bir medeniyet yaratmamış ırklar nasıl yapmış olabilirler? Gerçi hakikat bazan hakikate benzemez gibi görüne bilir ve eğer bize Samîlerden ve Atilerden evvelki medeniyetlerin en kudretli ve en değerlisini kuranların Türkler, Finovalar, Macarlar olduğu ulu orta bir kanaat yerine meseleyi menşeinden sonuna kadar izah edici delillerle ifade ve ispat olunursa inanırız . Fakat bu deliller bunu kabulden çıkacak neticenin fecaati [i] nisbetinde kuvvetli olmak lâzımgelir.[2]

  Burada derpiş edilen acıklı(!) neticenin Türklerin ilk medeniyetlerin kuruluşuna hizmetlerini kabule, mecbur kalmak noktası olduğunu fazla izaha hacet yoktur. E. Renan’ın temsil ettiği düşünüş tarzına bir müddet sonra yine Türkler için menfi diğer bir cereyan iltihak etti. Bütün medeniyetlerin ilk kuruculuğunu Samî ırklara atfetmek gayretinde bulunan bu cereyanın en hararetli körükleyicisî Joseph Halevy oldu. Biz burada her iki tarafın Türkler hakkındaki düşman ve antipatik tezlerini ve sözlerini naklederek bahsimizi taşırmak istemeyiz . Arzuya ve temenniye lâyık olan cihet ilmin kilise kandillerinden, yedi kollu şamdan ışıklarından ve ya taassup ateşinin alevlerinden değil ancak Hakikatin nurundan aydınlık almasıdır.

Bütün kadim medeniyetleri kurmuş olanların şarktan ve bilhassa Orta Asya’dan geldikleri umumî denebilecek bir ekseriyetle kabul edilmekte olmasına göre, Orta Asya’dan kimler gelebileceğini araştıralım. Hint, ve Çin yerlilerinin, Islavların iptidadan beri bahsettiğimiz medeniyet sahalarına muhaceretlerine dair hiç bir vesika yoktur. Türklerin muhaceretlerine gelince, bilinen bütün tarih buna dair vesikalarla doludur. Başka hiç bir ırk ana yurdunda kendini milyonlarca kişilik kütleler halinde göçe icbar edecek iklim ve tabiat tahavvüllerine maruz kalmamıştır. Türküstan’a komşu Hint, Çin ve Yapanya gibi memleketler yüzlerce milyon insanlar doludur. Türküstan ise Osmanlı Türklerinden biraz sonralara kadar devam eden muhaceretler yüzünden bomboştur. Osmanlı Türklerinin Anadolu’ya gelişi binlerce yıl devam etmiş bir muhaceret devresinin tarihte göze çarpan son safhasıdır. Bu gün koskoca Orta Asya’da nüfus ve hayat bir kaçırmak, çay ve göl kenarlarına sığınmış belki gittikçe küçülen şehirlere münhasır gibidir. Orta Asya’da bulunan her hangi bir ırkın orada bir kök bırakmaksızın son ferdine kadar garbe gelmiş olabileceğini kabul mümkün değildir. Tokartardan bahs olunuyor. Bunların Avrupalılarca Turanı denilen ve bizim Türk dediğimiz camiaya mensup olmadıklarını isbat, gayet güç olduktan başka, küçük ve öteden beri çok ehemmiyet kazanmamış bir kabilenin Çin, Hint, Ön Asya, Avrupa , şimalî Afrika sahillerine binlerce yıl zarfında belki elli milyon olarak tahmin edilebilecek muhacir kütleleri vermiş olmasına inanmak müşküldür. İran dediğimiz sahada müstakil bir ırk tasavvur, ve bunların tayin ve ispatı güç her hangi saikle muhacerete mecbur kaldıkları farz edilse bile, bu sahanın saydığımız geniş dünyanın takalarına taşacak, her gittikleri yerde iktidar ve hakimiyet tesis edecek nisbette büyük insan kütleleri doğurmuş olmasına ihtimal verilmez . İran’da böyle bir ırk yaşamış olsaydı, muhacerete mecbur kalınca evvelâ en yakın, en feyizli Mezopotamya’yı ve Anadolu sahillerini iskân etmesi lâzım gelirdi. Sumerlerin, Elamların İran’ın kadim yerlileri olduklarını kim iddia ede biliyor? Söğüt ve Baktriyan mıntıkaları da böyledir.

  Halbuki bunların yanında son otuz asırlık malum devrede bile birçok istilâlar yapmış ve her yerde büyük küçük belki yüzden fazla Devlet kurmuş, birçok medeni merkezler yaratmış bir Türk ırkı vardır. Bu son istilâlar ve Devlet kuruşlar milâttan yüz asır evvel başlıyan hâdiselerin devam ve tekerrüründen başka bir şey değildir.

Umumî tarihin ve medeniyet tarihinin, bu günkü mütefekkir beşeriyeti o kadar merak ile işgal eden karanlık safhalarını izah için, Türk ırkını esas tutmaktan başka çare yoktur. Bu esas kabul edilince bütün izahı müşkül görünen meseleler aydınlanacak, tarihte boş bırakılan ve ya istifham işaretlerde doldurulan fasıllar tamamlanacaktır.

   İnsaflı, hakşinas ve bitaraf Avrupalı alimlerin fikirlerinden ve delillerinden de istifade edilerek müdafaa olunan tezimizde hiç bir ırk ve millet için istihfaf ve istihkar kastı yoktur. Kendi milliyetini sevdiği kadar başka millî şahsiyet ve varlıklara hürmet Türklüğün şiarlarındandır.

   Bu eserin gayesi mukaddemede işaret ettiğimiz gibi asırlarca çok haksız iftiralara uğratılmış, ilk medeniyetidir; kuruluşundaki hizmet ve emekleri inkar olunmuş Büyük Türk Milletine, tarihî hakikatlere dayanan şerefli mazisini hatırlatmaktadır. Şunu da ilâve edelim ki on bir bin yıllık göğüs kabartan ve alın yükselten bir mazi, Türk milletine boş ve lüzumsuz bir gurur vermiyeceği gibi, her mille un tarihinde görülmüş ve görüle bilecek hallerden olarak bir kaç asır ön saftan ayrılmış bulunmakta fütur vermez.

   Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, tarihî nutuklarının sonunda gençliğe hitap ederek memleketin maruz kalabileceği vahim ihtimalleri ve bütün tehlikeleri saydıktan sonra; "Ey Türk İstikbalinin Evlâdı, işte bütün bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen istiklâl v e cumhuriyeti kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur, buyurmuşlardır.

    Türkün tarihî azametinin mümtaz timsali Büyük Beis, bu notların toplanması ve bir araya getirilmesi için çalışanları, bu mesaiye sevk eden irşatları ve rehberlikleri ile şimdi hatırlattığımız hitabelerine şu cümleleri ilâve buyurmuş oluyorlar:

 

 

         " Ey Türk Milleti!

  ‘’Sen yalnız kahramanlık ve cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun medeniyetlerin sana ve sitayişlerile doludur. Mevcudiyetine kast eden siyasî ve içtimaî amiller bir kaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve hars mirası, ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret halinde yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın hatırasını taşıyan tarih, medeniyet safında lâyık olduğun mevkii sana parmağile gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de bir vazifedir!’’